Türkiye’deki İsyanlar Yol Ayrımında
22/06/2013
3 haftadan beri Türkiye’de ayaklanma yaşanıyor. Betonlaşmış kent vaziyetinde bulunan İstanbul’daki son yeşil alanlarından birisi olan Gezi Parkı’nın yıkımına karşı gelişen protesto, bu süre zarfı içerisinde hem coğrafi hem de politik olarak yayıldı. Eylemciler ülkenin bütün büyük şehirlerinde sokaklara ve alanlara çıkarak, polisler ile sokak çatışmalarına girdiler ve başbakan Tayyip Erdoğan’ın istifasını talep ettiler. Gezi parkı için mücadeleye iten şiddetliliğin arka planı, ancak AKP hükümetinin gelişen ön bonapartist eğilimlerine karşı, yani giderek otoriter hal alan eğilimlerine karşı halkın büyük bir kesiminde bulunan derin hoşnutsuzluk ile açıklanabilir. Bu açıdan hareket sadece Türk rejiminin derin politik ve sosyal krizinin bir katalizörüdür.
Geçen haftasonu vuku bulan hadiseler krizin dışavurumudur: Cuma günü gerçekleşen müzakereler belirsiz bir referandum ile sonuçlandı. Bunun ardından hükümet kanadından Gezi Parkı’nın ve Taksim Meydanı’nın şiddetli bir şekilde temizleneceği ültimatomu geldi. Pazartesi günü bir çok sendika birliğinin düzenlediği genel grev gerçekleşti. Bunun üzerine hükümet gerekirse protestoları bitirmek için ordunun kullanılacağını bildirdi.
O zamandan beri protestolar başka bir biçim almış durumda; radikalliğin geri planda kaldığı ve açıkça Occupy yöntemlerine ve kızgın harekete yaslanan bir biçim ortaya çıktı. Sonuç olarak Erdoğan Salı günü protestolara karşı zaferini ilan etti.
Buna rağmen Türkiye’deki güncel kriz bütün bölgede etkili olabilecek niteliksel sıçramayı oluşturuyor. Bu açıdan politik ve programatik meydan okumanın farkına varan devrimciler için, eylemcilerin polislere karşı geliştirdiği sokak çatışmalarını kapsayan radikal yöntemleri politik içerik ile doldurmak büyük önem arz etmektedir. Bunun için mevcut isyanın ötesine geçip, Türk burjuvazisinin modeline karşı işçi sınıfını, gençliği ve yoksul kitleyi temsil edecek bir alternatif sunmak şarttır. Lakin bunun için Türkiye’deki sürecin bu zamana kadar olan sınırlarını açıkça göstermek gerek.
Protestolar ”Türk Modelinin” sınırlarını gösteriyor
Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP hükümeti uzun süre boyunca bağımlı ekonomik ve siyasi modernizasyon modelinin örnek öğrencisi konumundaydı. Her ne kadar Kürd halkının ve Türkiye’de yaşayan diğer azınlıkların maruz kaldığı ulusal baskının korunması söz konusu olsa da, bu model son dönemde Kürd halkının siyası önderliği ile „barış sürecini“ de başlattı. Emperyalizme bağımlılığını sürdürmeyi içeren, seküler burjuva demokrasisi kapsamındaki ılımlı islamcı partininin „Türk modeli“ özellikle Tunus ve Mısır’daki isyanlar karşısında „Arap Baharı“ patlak verince, Arap burjuvazisisi ve emperyalizm için alternatif model olarak kullanıldı. Bunun sebebi ise; demokrasi çağrısı üzerinden radikalleşme eğilimlerini yok etmekti.
Bununla birlikte Türkiye’de gelişen mevcut protestolar bu modelin sınırlarını açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye’de yaşayan insanların demokratik ve sosyal problemlerini çözme söz konusu olduğunda, asıl biçimi açığa çıkmaktadır. Özellikle AB üyeliğinin reddedilmesiyle beraber son yıllarda Türk burjuvazisinin yayılmacı özelliği iç sınırlarda daha da netleşmiştir. Bölgesel güç oluşturmak isteyen ve ABD emperyalizmine karşı bağımsız bir pozisyon geliştirmek isteyen bir konsept. Türk burjuvazisinin buna karşılık ödediği bedel ise, mevcut protestolarda emperyalist güçlerden alamadığı destek olmuştur. Bu güçler AKP’nin zayıflaması ile birlikte nahoş bir partnerin müzakere masasından çıkartılabileceğini görmüşlerdir.
AKP hükümeti 2002 yılındaki yükselişini Türk burjuvazisini güçlü ordu ve devlet aygıtına karşı birleştirmeye ve ordu ve devlet aygıtının özerkliğini geri püskürtmesine borçluydu. Buna Türk ekonomisini muazzam büyümeye iten agresif özelleştirme politikası da eklendi. 2010 yılında devlete bağlı TEKEL tütün fabrikasının özelleştirilmesine karşı yürütülen mücadelede olduğu gibi, bu özelleştirme politikası aynı zamanda işçi sınıfını sosyal saldırılara da maruz bırakmaktadır. AKP’nin yükselişi burjuvazinin alanında ve böylelikle Türk rejimi içerisinde güç dengelerinin yer değiştirmesini canlandırmıştır. Her şeyden önce askeri ve devlet aygıtıyla sıkı ilişkileri olan İstanbul burjuvazisi bir çok konuda etkisini kaybetmiştir.
Askeri ve devlet aygıtı bu dönüşüm öncesinde hükümetin bir çok yasa girişimini bürokratik yollarla engellemişti. Bu süreçte AKP sürekli olarak halkın sözünün hüküm değerinde olması gerektiğini, lakin elit azınlığın çoğunluğun iradesini engellediğini dile getiriyordu. Daha fazla demokrasi talebi, AKP’nin mücadele talebiydi. Son süreçte, özellikle Türkiye’nin büyüyen ekonomik sıkıntılarını içeren arka planda, Türk burjuvazisinin içinde çelişkilerin patlak vermesi , AKP içinde gerilimler ve İstanbul burjuvazisi gibi diğer fraksiyonlarla çatışmalara neden oldu. Bununla beraber AKP’nin otoriter eğilimleri de, dinsel yasaların artması ve son dönemde açık alandaki alkol yasağı ile kendisini açığa çıkardı.
Kemalizm ve onun organik temsilcisi olan CHP, mevcut protestolara olan katılımı ile Türkiye’nin islamlaşmasına karşı laikliği gündeme getirerek kendisini demokrasinin yılmaz savunucusu olarak tanıtmaya çalışmaktadır. Buna rağmen AKP’nin sosyal kitlesi yoksul dindar kırsal nüfustan oluşması, AKP’nin kendisini meşrulaştırmasına olanak sağlamaktadır. CHP’nin bu kitleyi kullandığı argüman ile kazanması imkansızdır. Kemalizm sokağa epey fazla insan çıkarmasına rağmen, bugüne kadar mücadele içerisinde bulunan bileşenler tarafından liderliği almasına izin verilmedi. CHP direnişe yaslanmasına rağmen, onu sınırlarda tutacak olan ve hükümete karşı kendisini alternatif olarak sunma çabasında.
Bizler devrimciler olarak AKP ve CHP’nin sadece burjuvazinin 2 değişik çeşidi olduğunu netleştirmeliyiz. Bu partiler azınlığın ulusal sorununu, islamcı ve laik güçlerin arasındaki gerilimi, köyler ve şehirlerin arasındaki muazzam sosyal, kültürel ve politik farklılıkları ve buna binaen tarım sorununu, bölgesel güç ve Orta Doğu’daki NATO temsilcisi olarak Türkiye’nin rolünü, emperyalizme ekonomik olarak bağımlılığı, kadınların ve LGBT’lerin baskılara maruz kalmasını, Alevilerin dinsel baskılara maruz kalması gibi Türkiye’nin esas demokratik ve sosyal sorunlarını çözemezler.
İşçiler, gençler ve yoksul kitle kesinlikle burjuvazinin herhangi bir cenahına güvenmemelidirler. Bunun yerine bağımsız bir program ve bağımsız bir örgütlenme kurulmalıdır. Bu program sorunların ekonomik temelini(Türk kapitalizminin emperyalizme bağımlılığı) ortadan kaldırmalıdır. Bu vazifenin verimli bir şekilde gerçekleştirilmesi Türk rejiminin sınırlarını kaçınılmaz bir şekilde berhava edecektir ve sosyalist devrime doğru ilerlemenin gerekliliğini açığa çıkaracaktır.
Meydanlardan işyerlerine!
Åžu ana kadar gerçekleşen protestoların esas kahramanları „Occupy“ ya da „Indignados-Öfkeliler“ hareketlerinde olduğu gibi gençlerdir. Onlara katılanlar ise özgür alanlar için mücadele eden sanatçılar, taraftar grupları, şu ana kadar 3 kişinin ölümüne (Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük) yol açan baskının artmasından dolayı kentsel alt ve orta sınıfların büyük bir bölümü, Kürt hareketinin bir kaç kısmı ve işçi hareketi.
Mücadele kahramanca ve radikal metotlara sahip. Polisler ile olan keskin çatışmalar cop, göz yaşartıcı gazlar, tazyikli su, sersemletici el bombaları ve plastik mermilerle vuku buldu. 17 Haziran günü Başbakan yardımcısı Bülent Arınç polis kuvvetinin protestoları bitirememesi durumunda, askerlerin olaya dahil olacağını tehditkar bir söylem ile dile getirdi. Propanda temelinde de keskin silahlar kullanılmakta; Erdoğan protestocuları Çapulcu olarak tanımladıktan sonra, Avrupa Birliği bakanı müzakerelerin ardından alanlarda bulunan her kişinin terör örgütün mensubu olarak değerlendirileceğini açıkladı. Bunun sonucunda yüzlerce protestocu ve destekçi tutuklandı.
Bir taraftan mücadele odağı üzerinden baskıcı aygıt ile sürekli çatışmanın ve öbür taraftan müzakere çabalarının sistematik olarak alanda kısıtlanmasının ardından polis Taksim Meydanı’nı ve Gezi Parkı’nı son derece acımasız bir şekilde boşalttı. Bununla birlikte alanların işgali sorusunun askeri mizaç olmadığı, bilakis siyasi olduğu netleşmiştir. Rakibin ateş gücü göz önünde bulundurulduğunda alanın sürekli ve sağlam bir şekilde elde tutulması mümkün değildir. Binlerce fabrikanın ve alanın işgali ise polis için zapt edilemez!
Bu esnada AKP’nin sosyal problemleri ve otoriter yasaları yerleşmekte ve rejimin ön bonapartist eğilimlerinin altını çizmektedir: Gençliğin işsizlik oranı yüzde 20 civarında, gençlik hükümet tarafından sıklıkla baskı altına alınmakta, eğitim sisteminin bütün dikişleri patlamakta ve Erdoğan aile planlaması ve alkol tüketimi üzerinden ebeveynlerin kişisel özgürlüklerine müdahale etmekte. Buna rağmen bu tür sorunlar protestoların sosyal nedeni olmasına rağmen, Taksim direnişi hakkındaki tartışmalarda konu edilmiyor.
Protestonun esas talepleri parkın yıkımının kalıcı olarak durdurulması ve muhafaza edilmesi, İstanbul, Ankara ve Hatay emniyet müdürlerinin ve valilerinin istifası, tutuklanan eylemcilerin serbest bırakılması, gaz bombası ve benzeri materyallerin yasaklanması ve eylem ve düşünce özgürlüğünü içeriyor. Her ne kadar talep kataloğunda şehir yapılanması üzerinde öz ve ortaklaşa karar verebilme, sınırlı bir grev desteği ve Türk devletinin savaş kışkırtıcılığının son bulması konuları yer alsa da, Taksim direnişi programında ne Türk hükümeti ile yüzleşme (Türk rejimi ile yüzleşme şöyle dursun) ne de Türk ekonomisinin bağımlılığı ile sonuçlanan sosyal problemler ile münakaşa bulunmaktadır. Bu problemler ancak emperyalizmin boyunduru altından kurtulmak ile aşılabilir. Bunlar şu ana kadar ki protestoların toplumun diğer kesimlerine ve özellikle iş yerlerine ulaşmasını zorlaştıran iki büyük programatik sınır.
Mücadelenin sınırı, yani hakikat Türkiye’deki militan geleneğe sahip işçi hareketinin protestolara sporadik olarak katılması ile bağlantılıdır. Zira işçi sınıfı kapitalist üretim sürecindeki rolünden dolayı eğer grev ve işyerleri işgali gibi mücadele metotlarıyla mücadeleye dahil olursa, bütün ülkeyi meydan işgallerine kıyasla daha verimli bir şekilde felce uğratabilme konumuna sahiptir. Bu süreçte işçi hareketi Taksim direnişinin taleplerini destekleyebilir ve aynı zamanda protestoları toplumun diğer alanlarına yayabilecek taleplerde bulunabilirdi.
Åžu ana kadar protestoların başlangıcından itibaren 2 büyük grev ve eylem günü oldu: 5 Haziran ve 17 Haziran günleri KESK, DISK, TMMOB, TTB ve TDHB ülke çapında grev için mobilizasyon yaptılar ve bir çok şehirde onbinlerce işçi sokaklara çıktı. Buna ek olarak bir çok işçi semtinde protestocularla dayanışma temelinde mobilizasyonlar ve gösteriler vuku buldu. Bu eylemler İstanbul Boğaz köprüsü gibi çok önemli ulaşım alanlarını da bloke etmiştir.
Grevler ve mobilizasyonlar baskılara karşı verilen mücadelenin dışavurumu oldular. Bu da hareketin esas unsuru oldu. Buna rağmen işçi hareketi şu ana kadar Taksim direnişinin organik bir parçası olabilmiş değil. Buna karşılık devrimciler tutarlı bir şekilde, alanlarda direnen gençlik ile iş yerlerinde ve fabrikalardaki aktivistler arasında bağ yaratmak için mücadele etmelidirler. Bu mevcut durum içinde en esas olan vazifedir: Sadece işçi sınıfının önderliğini aldığı mücadele, alanlardaki polis ve eylemci arasındaki sporadik konumdan, mücadeleyi niteliksel sıçrayış sonucunda doğrudan Türk burjuvazisi ve devleti ile hakiki ve süresiz politik genel grev temelinde yüzleşmeye götürür. Bu mücadele Türk kapitalizmini tamamen felç bırakır ve rejimi devirir.
Lakin adları geçen çatı sendikalar ve meslek birlikleri Türkiye işçi sınıfının örgütlenme düzeyinin düşük olmasından dolayı kısıtlı mobilizasyon becerisi bulunmaktadır. Zira her ne kadar bu grev işçi sınıfının mücadelede daha fazla aktif olmasını içeren sinyal özelliğini taşısa bile, en büyük çatı sendikası Türk-İş şu ana kadar ne grev eylemlerine ne de genel grev çağrısına katılmış değil. Türk-iş sendika bürokrasisi aşağıdan gelen grev için örgütlenmeyi içeren baskıyı bloke etmektedir.
Böylelikle durum netleşiyor: Durumun keskinliği göz önünde bulundurularak mutlak gerereklilik arz eden politik süresiz genel grev ancak sendikalarının taban üyelerinin bürokrasi ile yüzleşmesi ve genel grevi destekleyecek konumda olmayan sendika görevlilerinin ofislerinden atılması ile gerçekleşebilir. Bu objektif temellerin genel grev için bulunmadığını iddia eden sendika bürokrasinin pasifliğini aşan, sendika içerisinde bir anti bürokratik akımın oluşmasını sağlayabilir. Burada 28 Mayıs’tan itibaren olağanüstü hal durumunda bulunan bir ülkeden bahsediyoruz!
5 ve 17 Haziran’daki grevler Türkiye’nin bir çok şehrindeki işçileri sokaklara çıkardı. Türk burjuvazisinin kırılgan ekonomik konumu uzun veya süresiz bir genel grevi kaldırabilecek durumda değil. Kitleler Taksim Meydanı’nda eylem hakkı için mücadele ediyorlar, lakin sendika bürokrasisi bütün isyanlara yabancı halde. Sendika içinde ve dışında sendika bürokrasisine karşı genel grev mücadelesi Taksim Meydanı’ndandaki direnişin geleceği içindir.
Sendikalarda ve iş yerlerinde yerel ve ülke çapında baskılara karşı demokratik taleplerin kötü çalışma koşullarına karşı yürütülen mücadele ile birleştirecek ve genel grevi hazırlayacak bir mücadele planı geliştirilmeli. Bunun için işyerlerinde ve kentsel alanlarda sendika yönetimini öz örgütlenme mobilizasyonu ile baskı altına alacak grev ve eylem komitelerinin kurulması gereklidir. Böylelikle güvencesiz çalışma koşulları altında bulunan örgütsüz milyonlarca işçi sendikalara akın edecektir. Böylesine bir mücadele planı Taksim direnişinde işçi sınıfının hegemonik role ulaşmasını ve aynı zamanda kitlelerin öz savunma ve öz özgürtlenme temellerini yerleştirebilir. Bu da Türk devleti ile karşı karşıya getirebilecek çift gücün oluşmasını sağlayabilecektir.
İşçi sınıfının devrimci alternatifi için!
Türkiye’de bugün merkezi soru: Hareketin demokratik talepleri nasıl elde edilebilir? Bizim düşüncemize göre hareketin demokratik sorunlarla doğrudan sosyal talepler ile bağlantılı olacak şekilde genişlemesi şarttır. Åžu ana kadar bu soru protestolar çerçevesinde ortaya atılmış değil. Bu gerçekleşmediği takdirde hareket kendi programatik sınırlarından ve her şeyden önce örgütlü işçi hareketine olan izolasyonundan dolayı başarısız olacaktır.
Bu sebepten dolayı ne ön bonapartist eğilimlere sahip AKP’nin ne de kemalist CHP’nin işçi sınıfı için, gençlik için ve köylerdeki ve şehirlerdeki yoksul kitleler için alternatif olamayacağını netleştirmek gerek. Gezi Parkı temelinde gelişen çatışmaların sebepleri olan politik ve sosyal sorunlar basit bir hükümet değişikliğinde giderilemez, hele ki sadece Erdoğan’ın istifası ve AKP’nin iktidarda kalması hiç çözemez. Türkiye’deki mücadele bu sebepten ötürü her ne kadar Türkiye’deki ve Almanya’daki stalinist veya maoist grupların talebi olsa da, sadece ”demokratik devrim” programı temelinde ilerleyemez. Zira bu program Türk kapitalizmin yapı taşlarına ilişmemekle beraber burjuvazinin bir fraksiyonunun eski veya yeni projesi altında uysallık anlamına gelmektedir.
Bunun yerine işçi sınıfının politik bağımsız bir subje olarak sahneye çıkması ve kitlelerin demokratik umutları göz önünde tutularak, ulusal sorun, rejimin otokratik eğilimleri, güçlü ordu aygıtı, otoriter laisizm gibi konuları barındıran radikal demokratik talepleri barındıran ve bu talepleri bağımlı Türk kapitalizminin sebep olduğu sömürü ve sosyal eşitsizliğe karşı bir sosyal program ile bütünleştiren bir programı ortaya atması gerekmektedir. Bu şüphesiz olarak emperyalizm ile yüzleşme boyutuna ilerleyecektir ve sosyal devrime ilerleyecek olan gerekliliği ortaya çıkaracaktır. Başka bir deyişle; işçi sınıfı mücadelenin hegemonyasını aldığı takdirde resmi demokratik devrimde durup kalamaz, bilakis burjuva rejiminin sınırlarına kadar dayanacaktır ve sürekli devrim mantığında bu sınırları devirmek için zorunlu olacaktır.
Böylesine bir programı oluşturmak ve işçi sınıfının Türkiye’deki kitlelerin acil sorunlarına çözüm reçetesi yazabilecek „halk önderi“(Lenin) olabilmesi doğrultusunda kılavuzluk etmek marksist devrimcilerin görevidir. İşçi sınıfının önderliği için mücadele ancak Türkiye’deki direnişin embriyonundan devrimci bir partinin ortaya çıkması ve görevi üstlenmesi ile kazanılabilinir. Bu gereklidir, çünkü krizin son yıllarındaki tecrübeler salt işçi sınıfının eyleminin bir çözüm oluşturamadığını göstermektedir: Yunanistan’da ve kısmen Güney Avrupa’nın diğer ülkelerinde bir çok genel grev vuku bulmuştur. Lakin önderliklerin siyasi paradigması yüzünden zamansal, alansal ve programatik olarak izole edilmiş olarak kaldı ve kaçınılmaz güç sorusunu soramadı. Böylelikle bu genel grevler çıkmaza sürüklendi. Buradan bize çıkan görev ise devrimci partinin kuruluşu üzerinden burjuva nasyonalist ve reformist partilerinin ve sendika aygıtlarının kitlelerin önderliği rolünü tartışmalı yapmaktır. Bu sadece Türkiye özelinde bir görev değildir, bilakis enternasyonaldir. Kendisini devrimci marksist olarak tanımlayan radikal sol özellikle bu görevi üstlenmelidir.
Åžüphesiz bu imkan bulunmaktadır: Kitlelerin hükümetin içeriği olmayan teklifini reddedişinden sonra, Türkiye’deki mücadelenin dönüm noktasında duruyoruz. Kitleler aslında minimal talepler getirmişti, lakin hükümet o talepleri bile reddetmekte. Gezi Parkı’nı müdafaa mücadelesi bu sebepten ötürü temel bir politik karakter taşımaktadır. Geçen haftaki direniş Türkiye’deki kitlelerin muazzam bir şekilde çatışmaya hazır olduğunu ispat etmiştir. Bu sebepten ötürü bizler mücadelenin Erdoğan’ın bildirisine rağmen kaybedilmediği inancındayız. Lakin şu ana kadar sürdürülen kahramanca direnişin, polislerle haftalarca süren çatışmalardan sonra devlet ile yüzleşme safhasında geri çekilme durumu söz konusu. Yine de baskı aygıtına karşı sürdürülen mücadelenin başarısızlığını „pasif direniş“ ile sonlandırma sonucunu çıkarmak yerine, bizler mücadelenin genişletilmesi ve işçi sınıfı hareketi ile bütünleştirilmesi görüşündeyiz. İspanya’da kullanılan şiarı takip ediyoruz; alanlardan işyerlerine!
Hareketin ürettiği dolaysız talepler sadece bu şekilde hükümete ve onun baskı aygıtına zorla kabul ettirilebilinir: Gezi Parkı’nın yıkıma karşı, şehrin ve kamusal alanların özelleştirilmelerine son! Baskıya karşı mücadele edebilmek için bizler öz savunmayı örgütlemeli ve bunları koordine edecek komiteler kurmalıyız. Buna politik tutuklarının serbest bırakılması mücadelesi de dahildir.
AKP hükümeti hareketi bölmek ve onun içinden bir kısım ile müzakere etme amacındadır. Lakin bizler ondan baskı ve ölümden başka bir şey beklenilmeyeceğine çok sefer tanık olduk. Bu yüzden diyoruz ki: Erdoğan ve AKP al aşağı olmalı! Fakat Kemalizm de zenginlerin demokrasisini temsil etmekte ve sosyal direnişçileri katleden, ulusal baskıyı ve gençliğin perspektifsizliğini geliştiren politikayı takip etmektedir. Bu yüzden burjuvazinin bütün projelerinden bağımsız olan bir işçi sınıfı perspektifine ihtiyaç var. AKP ve CHP sadece emperyalizmin uşaklarıdır ve Türkiye’deki halkların esas sorunlarını katiyen çözemezler. Bu sadece emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmakla gerçekleşir. Bu bağlamda bizler NATO’nun yok edilmesini düşünüyoruz.
Hem mevcut mücadeleyi kazanabilecek hem de onun ötesinde perspektif gösterebilecek olan sınıf bağımsızlığının perspektifi burjuva demokrasisine güvenmek ile ortaya çıkamaz. Buna karşılık bizler tabanın demokrasisini öne sürüyoruz. Yani hükümeten ve devlet kurumlarından bağımsız, baskıya karşı olan mücadeleyi örgütleyebilecek ve politik perspektifleri tartışabilecek, her işyerinde, her fabrikada, her semtte öz savunma, eylem ve grev komiteleri aracılığıyla öz örgütlenme. Son günlerde meydanlardaki perspektif üzerine tartışmalar düzenlenen bir çok tartışma forumları geliştirildi. Bu forumlar kollektiv mücadele planını kararlaştırabilecek gerçek komiteler ve kurullara dönüştürülmelidir.
Kamusal bir alanın savunması ile başlayan mücadele ezilen sektörlerin rejim ile hoşnutsuzluğunu keskin bir biçimde açığa çıkardı. Bu mücadeleyi kazanabilmek için mevcut mücadelenin dolaysız taleplerini dayanışma içinde olan sektörlerin talepleri ile birleştirebilecek bir programı geliştirmek zorundadır protesto. Bu program işten atılmaların engellenmesi, asgari ücretin derhal yükseltilmesi, ücret kesimi olmadan iş dağılımı yapılması ve enflasyona karşı mücadelede maaşların eşel mobili konularını içermelidir.
Bu talepleri gerçekleştirebilmek için tek devrimci sınıf olan işçi sınıfının sistematik olarak mücadeleye atılması ve grev ve işgal gibi kendi metotlarını kullanarak hareketin önderliğini alması gereklidir. Bu sebepten dolayı Türk rejiminin ekonomik temellerini sarsacak hakiki ve süresiz bir politik genel grev gereklidir. Bunun için tereddüt anında bürokrasiye karşı kullanabilenecek olan bir mücadele planı oluşturulmalıdır.
Bizler bu perspektif ile reformist ve stalinist önderliklere nazaran burjuva demokrasisine güvenmeyen bir devrimci partinin kuruluşu için mücadele ediyoruz.
Arap baharındaki gelişmelerde kanıtlandığı gibi burjuvazinin emperyalizm ile olan bağlantısından dolayı bu sorulara cevap verme ilgisi bulunmamaktadır. Sadece sürekli devrimin perspektifi bugün Türkiye’deki demokratik görevleri üstlenebilir ve halledebilir.
Türkiye’de ekonomik durum
Türkiye emperyalizmin güçlü yarı-sömürgeleri arasında yer almaktadır. Uzun süreli yüksek büyüme oranları AKP hükümetinin gücünün merkezi temelidir. Lakin nüfusun tamamının bu oranlardan yerei kadar faydalandığını söyleyemeyiz. Bu süreçte Türkiye dünya çapındaki kapitalist krizden etkilendi ve ekonomik gelişme yalpalıyor. 2013 Nisan ayında dış ticari açığı %55,1”²e yükseldi, yani 10 milyar Amerikan doları. 2011 yılında Türkiye %-8 ile bütün devlet arasında en büyük cari açığa ulaştı. Hatta 2012 Ocak ayında cari açık 2 haneli basamaklara kadar ulaştı(%-10) ve bu G-20 devletleri arasında en yüksek orandı. Türk burjuvazisi bu sebepten dolayı Türk lirasını devalüe etmek isteğinde. Ekonomik önemi fazla olan mega inşaat projeleri ve ihracat yüksek işçilik maaliyetlerine sebep olmakta. Bu da emeklilik kesintisi ve kıdem tazminatının ortadan kaldırılması gibi konularda burjuvazinin ve onun hükümetinin işçi sınıfına saldırmasına yol açıyor. Bu eksende egemen sınıf herhangi bir alan bulamamakta ve mevcut harekete verilecek olan ufak tavizlerin ekonomik sıkıntıları beraberinde getireceğinden korkmaktadır. 3 Haziran günü İstanbul Menkul Kıymetler Borsası %10,47 oranında düşüş yaşadı ve o günden beridir bu durumu aşamamakta.
Türkiye’deki mücadele ile dayanışma!
Alman emperyalizmi ikiyüzlülüğünün hat safhasında Türkiye’deki direnişin başlangıcından itibaren Erdoğan hakkında ”diktatör resmi” geliştirmekte. Alman emperyalizminin temsilcileri Türk devletine demokratikleşme bağlamında taleplerde bulunurken, Alman hükümeti Almanya’da aynı şekilde sömürü ve baskı yaratmaktadır. Bizler bu ilüzyona kanmamalıyız, zira Almanya’nın politikası kapitalizmin yayılmasına ve sömürünün sürekliliğine dayanır. Almanya’daki işçi sınıfı ve özellikle göçmen işçiler net bir şekilde güvencesiz istihdam ve güvencesiz çalışma koşullarından muztariptirler. Bu sırada Yunanistan’ın yarı sömürge olma süreci Alman sermayesi tarafından sürdürülmektedir. Onlar Türk burjuva hükümetini eleştirirken, silah ve gaz yaşartıcı gaz satışı aynen devam etmekte. Alman burjuva medyaları Türkiye’deki baskıları konu edinirken, Alman hükümetinin baskıları karşısında susmaktadırlar(en son Frankfurt’taki Blockopy’da yaşananlar). Bizler Almanya’daki işçi sınıfının organik bağıyla Alman emperyalizmine karşı mücadele etmeliyiz! Zira esas düşman içerdedir!